Rızkı kim verir? Müminler rızkı nerede aramalı?
Allah Teâla bu dünyayı bizim için yaratmış, onu bizim için süslemiş ve rızkımız için gerekli her şeyi dünya gezegenine ihsan etmiştir. Ne var ki bu nimetlerden istifade etmek dünyaya gelişimizin yegâne amacı değildir; asıl amacımız bu nimetleri ölçülü şekilde kullanarak asli vatanımız olan cennet ve Cemaullaha geri dönmektir. Dünya bizim gibi yolcuların dinlenmek için mola verdiği bir duraktır. Buna rağmen dünya nimetlerinin peşin zevkleri pek çok insanı esas yolculuğundan alıkoymaktadır. Zira dünya zevklerinin aslı da insan bedeninin özü de topraktandır. Her şey aslını özlediği için beden aslı olan topraktan çıkan ürünlerle, madenlerle ve ziynetlerle oyalanmaya çok düşkündür. Hâlbuki bizim hakiki varlığımız ruhumuzdur, ruh ise bedenin aksine ancak göklerden gelen gıdalarla beslenir. Mevlana ruhunu ihmal ederek sadece bedeni ile yaşayan insanlara şu çağrıyı yapar:
“Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin. Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden (hayvani tabiatına) kurban ettin. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? Himmet atını ahır tarafına sürdün, secde edilen Adem’in (hakikatini) tanımadın. Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın. Niceye dek ‘ben âlemi zapt edeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım’ dersin?” (Mesnevi, c.1. 537-542)
Sufilere göre insanın ruhu yüceleri yüksekleri özler, bunu bırakıp da fani dünyaya şah olmayı tercih edenler mat olmaktan kurtulamazlar, dünyadan daha çok istifade etmek, kendilerini daha çok dünya ile doldurmak arzuları peşinde yok olup giderler. Hâlbuki peygamberler bizleri göklere taşımak cennete ve cemalullaha kavuşturmak gelmiştir:
“Dünyevi duygular, bu cihanın merdivenidir, dinî duygular da göklerin merdiveni. Bu duyguların sağlığını tabipten isteyiniz, o duyguların sağlığını Habib’den.” (Mesnevi, c.I, 303-304)
Hz. Mevlana’nın Habip’ten kastı bizi Rabbimize götürmek için bu dünyaya gönderilen Habibullah olan Peygamber Efendimizdir. Peygamberlerin yoluna uymayıp da toprak bedenin peşinden gidenlere Allah Teâla gazap eder. Nitekim içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayı da bu hususta bizim için azim bir imtihanıdır, kimileri oruç tutarak nur ile beslenir, kimileri de nefsin şehvetine dur diyemediğinden oruçtan kaçar, toprak yemeye koşar. Bu tür insanların ufukları maalesef kuru toprak ötesine geçememiştir.
Yüce Rabbimiz Kitabında iyi ve kötü her tür insanın misalini ibret alalım diye bizlere bildirmiştir. İlahi nuru bırakıp da, dünya nimetlerine tapınma hususunda ibret almamız gereken kimseye örnek olarak Karun gözlerimizin önüne serilmiştir: “Kârûn, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah, şımarıkları sevmez!” (Kasas, 76)
Karun Hz. Musa’nın yakını ve Tevrat’ı en iyi bilenlerden olmasına rağmen dünyaya olan sevgisi onu azdırmıştır, öyle ki zekâtını veremez hale gelmiştir. Onun, kendisine malının zekâtını vermesini isteyen Hz. Musa’ya isyanını ve dünya malına olan tapışını Rabbimiz şöyle ifade eder: “Karun, “Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti.” (Kasas, 78) Zenginliği kendi çalışmasından bilip Rabbinin ihsan ettiğini unutmuş, servetini semavi yolculuğuna merdiven yapmak yerine dünya kuyusunun dibine batmak için kullanmıştır. Bunun karşısında Rabbimizin intikamı da tüm zamanlara ibretlik olmuştur: “Nihâyet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek herhangi bir topluluk olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas, 81)
Bu helakin arkasında yatan sebep Karun’un toprağa taparcasına bağlanması ve rızkı göndereni unutmasıdır. Buradan yola çıkarak sufi müfessirler insan manen yükseldikçe semanın katmanlarında yükseldiğini, aksi durumda da toprağın dibine doğru bir yolculuk yaptığını düşünürler. Nitekim Allah Teâla Hz. İsa ve İdris gibi mübarek peygamberlerini göklerinde misafir etmiştir. Buradan yola çıkarak İbn Acibe “Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır.” (Talak, 12) ayetini Rabbe giden yolda sâlikin katettiği menziller olarak tefsir eder. Ayette geçen 7 kat semanın 1. katı tevbe, 2. katı sabır, 3. katı verâ ve zühd, 4. katı rızâ ve teslimiyet, 5. katı muhabbet 6. katı murâkabe, 7. katmanı müşâhede semâsıdır. Maneviyat yolcusu ismi geçen makamları aştıkça bir üst semada yolculuğuna devam eder ve oradan beslenir. (el-Bahru’l-medîd, VIII, 74)
RIZKI NEREDE ARAMALI?
İnsan ihtiyaçlarının çoğunu topraktan karşılamaya alıştığından Rabbimiz gerçek rızkın göklerde olduğuna bizlere yemin ederek bildirmektedir: “Şüphesiz ki Gökte rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır.” (Zariyat, 22) Keşşaf, Zemahşeri ve pek çok tefsirde bu bu ayetten peşinden gelen yeminin şiddeti hususunda şu menkıbeyi anlatırlar:
Esmaî şöyle nakleder: “Basra camisinden çıkmıştım. Devesine binmiş bir bedevi çıkageldi.” Bedevi: “Nereden geliyorsun? diye sordu. Ben de: “Rahman’ın sözünün okunduğu yerden” dedim. Bedevi: “O sözden oku bakalım” dedi. “Bunun üzerine Zariyat suresini okumaya başladım.” Rızkınız göktedir, ayetine gelince, Bedevi: “Yeter” dedi. Ayetteki vaade inandığından dolayı, kalktı devesini yatırdı ve boğazladı. Etini gelene ve geçene dağıttı. Menkıbenin daha sonraki bölümü Arap dilini iyi anlayan biri üzerine Kuran’ın bıraktığı tesiri göstermesi açısından daha da ilginçtir. Aynı bedevi birkaç gün sonraki karşılaşmamızda, “okuduğun ayetin devamı nasıl?” diye sordu. “Göğün ve yerin Rabb’ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir” (Zariyat, 23) ayetini okudum. Bir çığlık daha attı ve: “Sübhaneallah dedi. Kim öfkelendirdi Celal sahibini ki yemin etmiş? Sözünü kim tasdik etmemiş ki yemine başvurmuş” dedi. Bu sözü üç kere tekrar etti ve ruhunu teslim etti.
Bu bir menkıbedir, ama suredeki rızık ile ilgili ayetin ve devamındaki kasemin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Bedeviler Arapçayı çok iyi anladıkları için ayetlerden daha fazla etkilenmekte, beyanın kuvvetini bizden daha çok hissetmektedirler. Hâlbuki bugün kendilerini okumuş zannedenlerin maddeci münkirlerin çoğunluğu Rabbimizin bu buyruklarını anlayamamakta, rızkı O’ndan değil de topraktan beklemektedir. Binaenaleyh sery u süluk türabı/toprağı aşıp göklerden beslenmenin eğitimidir. Bu zor eğitimi aşmak için salik Hak sevgisinde fani olmuş bir şeyhin rehberliğine muhtaçtır. Mevlana şöyle der:
“Karanlığa tapan, pîrin emri altına girdi mi aydınlığı görür. Şart, teslim olmaktan ibarettir, uzun işe girişmek değil. Sapıklıkta koşup yelmenin faydası yoktur. Ben bundan böyle esir yolunu aramam. Pîr ararım, pîr ararım, pîr! Göklerin merdiveni pîrdir. Ok, nerden fırlar, havalanır? Yaydan.” (Mesnevi, c.6:4121-25)
Netice olarak maneviyat yolcuları topraktan gelen gıdaları azaltır, gökten gelen nurlara ve feyizlere kucak açarlar. Gökten inzal olan Kuran’a, Mirac ile şereflenen hz. Peygambere (sav) kulak verirler. Ellerindeki her tür imkanı yerin dibine inmek için değil de göklere merdiven dayamak için kullanırlar. Onlar gerçek gıdayı açlıkta ve oruçta, gerçek zenginliği infakta bulurlar. Mevlana bize şu tavsiyede bulunur:
“Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil… oğul, cana gıda akıl nurudur. İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur… Bu yiyecekleri yavaş yavaş azalt… çünkü bunlar, eşek gıdasıdır, hür adamın gıdası değil! Bunları azalt da asıl gıdayı almaya kabiliyetin olsun, nur lokmalarını yiyesin!” (c.4: 1954-57)
Yüce Rabbimiz tüm kardeşlerimize ulvi alemlerin ehli olmayı, düyadaki nasibimizi de unutmadan göklerden beslenmeyi ve oradan rızık beklemeyi nasip etsin. Amin.
Kaynak: Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 399